Merhaba, "Keşfet!" başlıklı bu yazıda kendi yaşadığım kaybolma ve bulma hikayemi paylaşmak istiyorum. Sizlere ışık tutmuş olursam ne mutlu bana!
Yıl 2014. Hayatımın en karışık yıllarını yaşamıştım. Ailemle ilişkilerim, arkadaşlarım, aşk hayatım ve hatta iş hayatım karman çorman olmuştu. Sanki her şey elimden kayıp gidiyordu. Bunalmış, kafası karışmış durumdaydım. Hani kaçası gelir insanın ama yapamaz. Yaptıkları doğru mu, yanlış mı sorgular ama cevabını bulamaz ya hani… Cesareti kırılır, güveni sarsılır, inandığı doğrular yanlış çıkar, yanlışlarını nereye koyacağını bilemez hani…
O zamanlarda kendimi hani avm’lerde otellerde döner kapılar vardır; ben o döner kapının içine sıkışmış, olduğum yerde dönüyor ve o kapı beni arkamdan iterek sürüklüyormuş gibi hissediyordum. O kapıdan nasıl çıkacağımı da bilmiyordum.
Hani duyarız ünlüler Madonna’dan tutun da Brad Pitt, Steve Jobs ve birçokları hayatlarında eksik olan inanç, güven, huzuru bulmak için; “Nirvana’ya ulaşmak” için; Tibet’e yolculuk yapmışlardır. Tam da böyle bir şeye ihtiyacım vardı. Ama ne pasaportum, ne param, ne de tek başıma gidecek cesaretim vardı. Nirvana’ya ulaşmak için Tibet’e gidemem. Ama en azından birkaç arkadaşım Antalya’da yaşıyor. Onların yanına gidip hem ziyaret hem de tatil yapıp kafamı dinleyebilirim diye düşünüp çıktım yola…
Bu yolculuğun bana neler getireceğini hayal bile etmemiştim. Aklımda olan tek şey kendimden, sorunlarımdan, İstanbul’dan uzaklaşmak ve biraz olsun nefes almaktı. Sıla’nın kafa şarkısında dediği gibi “İyi gelmez mi hiç deniz havası?”… Gelir tabii ki de. Havam değişmeye, rahatlamaya başlamıştım. Fakat sorunlar kafamın içinde benimle birlikte gelmişti. Benim için tatil olan o dönem Antalya’daki arkadaşlarım için iş zamanıydı. O yüzden bana vakit ayıramıyorlar ve yalnız takılmak zorunda kalıyordum.
Bir gün bana sordular “Ne kadar kalacaksın? Varsa iznin sana bir yol haritası yapalım civardaki yerleri gez. Keşfet!” Korktum. Yalnız başıma bilmediğim yerlerde ne yapardım. Başıma bir şey mi gelir? Bir çok soru ve korku sardı. Korkularımı bir kenara atmamı söyleyerek cesaretlendirdiler beni. Bir liste yaptılar. Nerde ne yapılır? Ne yenir, içilir? Mutlaka görmem gereken tarihi yerler… Ve burada bunu, şurada şunu yap diye hazırladılar listeyi, elime verdiler. “1 gün bir yerde, 2. Gün başka yerde kal. Beğendiğin yerde 2-3 gün kal.” Dediler.
İkna olmuştum. Hatta çok heyecanlandım. Korkumu susturup gitmeye karar verdim. Hem ta İstanbul’dan Antalya’ya yalnız gelmiştim. Adrasan, Olimpos, Kelebekler Vadisine de giderim dedim. Kalkan’da eski işyerinden arkadaşlarımda vardı. Yabancılık çekmem diye düşündüm.
Ben bu gazla yola koyuldum. 30 yaşımı bitirecektim. 20’li yaşlarım ne kadar hızlı geçtiğini 30 olunca anladım. 30 yaş sendromu mu desek bilmiyorum ama 20’li yaşlarda ne kadar cesaretliysem 30’a girdikten sonra korkular sarmıştı. İnsan konfor alanında kendini güvende hissediyor. Yıllarca alıştığı şeyler hayatından gidince ya da değişince korkular sarıyor. Örneğin 5 yıllık ilişkim evlilikle sürecek derken bitmişti. Yeni iş kurmuştum. İlişkim bitince işte de yalnız kalmıştım. Ailemle yaşarken ayrı eve çıkmış yalnız yaşamaya başlamıştım. 12 yıllık kuaförüm başka semte taşınmıştı. Bu süreçte daha birçok köklü değişim yaşamıştım. Yeni ilişkiler kurmak zor geliyordu. Özelime bu yazıda girmeyeceğim. Ama kuaför meselesi önemli. Aşkın acelesi yoktu. Ama saçlar önemli. Kadınlar bilir anlar beni. 12 yıldır saçlarımı emanet ettiğim kuaförümün yerine yenisini bulmam acilen gerekiyordu. Bulamadım. Ya yaktılar ya da istediğimi yapamadılar. Bende sarışınlığı bırakıp kendi rengime dönmeye karar verdim. (bunu yazmamın bir sebebi var. Sabredip okumaya devam edin lütfen)
Tek başına tatile çıkmanın en kötü yanı “selfie” çökmek zorunda kalma bence. Düz fotoğraf çekerken bile 500kere deniyorum. Selfie’yi hiç beceremiyorum. Minibüs Adrasan Yolunda bir mola yerinde durdu. Yeşili bol dağlar ve arasından deniz görünüyordu. Yolculuğun ilk selfie’sini orada çektim. Manzarayı arkama alarak düz fönlü kahverengi saçlarımla çektiğim fotoğrafa baktım. 17 yaşımdaki BEN’i gördüm. Aynısı… O iyimser, hayata umutla bakan, ergenlik sorunları olsa da mutlu, huzurlu BEN’di O!!! Sonraki yıllarda yaşayacağı zorluklardan bir haber, idealist, dik başlı, doğruyum diyen, bir o kadar da narin, nazik, kırılgan BEN! Onu görünce heyecanlandım. Daha bir cesaret geldi.
Yerle bir edilmiş özgüven, paramparça edilmiş gururumla 17 yaşımdaki BEN’i hatırladım. Kimseye eyvallahı olmayan BEN, sonrasında nelere eyvallah demiştim? Mesela o yaşlarda hayatta asker yolu bekleyemem derdi 17 yaşımdaki BEN. 15 ay kim bekler? Hayat bekleyemeyecek kadar kısa ve değerliydi. Ama bunu 24 yaşında unutmuştum. Çok aşık oldum zannedip bir adamı “Ben askere gideceğim. Senle evlenmek istiyorum. Askerliği aradan çıkartayım istiyorum. Beni bekler misin?” dediğinde gözlerimde kalplerle “Tabii ki!!!” demiş ve 15 ay günleri saatleri saymıştım. Neden? O filmin sonunu spoiler vereyim. “Mutsuz son” ile bitti. Askerden döndükten sonra aylar hatta yıllar geçti ama evlilik ile ilgili bir adım bile atmadı. Aileleri tanıştıralım dedim “hayır” dedi. Bende artık sabrımın sonuna gelip daha fazla oyalanmak istemedim. Bu da başka bir yazı konusu olur.
Neyse yolculuğuma devam edelim. Mola yerinde Çıralı mı, Adrasan mı, Olimpos mu karar vermeye çalışırken içimden Olimpos geçti. Böylelikle ilk durağım Olimpos oldu. Kendime güzel bir kahvaltı ısmarladıktan sonra deniz ve güneşin tadını çıkarmaya, etrafı keşfetmeye karar verdim. Antalya’da da Bodrum’da da yapmayı sevdiğim şey tekne turuna katılmaktır. Hem güzel koylarda yüzüyorsun, hem de denizden karayı keşfediyorsun. Kekova turun katıldım. Yerli yabancı turistler, çok güzel insanlarla tanıştım, sohbet ettim. “BEN!” Ben ki tanımadığı insanla konuşmayı bırak selam bile vermezdim. Bir daha nerede göreceğim deyip konuşup orda bırakmaktı amacım. CARPEDIEM – Anı Yaşamak hesabı!
"Kendimi ne kadar sıkmış ne kadar hapis etmişim o günlerde anladım."
Olimpos’u bilen bilir. Bilmeyenler için söylüyorum. Denize ulaşmak için Likya Antik kentinden geçmelisiniz. Ören yeri olduğu için ücretlidir. Denize giderken o bölgede dolaşırken dere gibi bir yer vardır. Fotoğraf çekmek istedim. Ayağımda çorap ve spor ayakkabılarım vardı. Islanmasın diye taşların üzerine basıyor, dengemi sağlamaya çalışıyordum. Bir an dengemi kaybettim. Ve ayakkabım ıslandı. Çorabım ıslandı. Sinir oldum. Sonra madem biri ıslandı, diğerini de ıslat eşitlensin dedim. Baktım sinir felan kalmadı. Ben şap şap diye derenin içinde spor ayakkabılarımla yürüyorum. Bir rahatlama dalgası daha geldi o zaman. Ve deniz kenarına ulaştım. Ayakkabılarımı çıkardım. Çorapları da yanına kurusun diye serdim. “Deli misin? Ne ayakkabı giydin çorap giydin o sıcakta” demeyin. İstanbul’da terlik, açık ayakkabı giyin bakın ne oluyor? Kir, pas, tozdan hoşlanmam. Gerilirim. Parmak arası terlikten nefret ederim. Amma ve lakin “Büyük lokma ye ama büyük laf konuşma” demiş atalarımız. Nasıl ki “asker yolu beklemem” deyip beklediysem, hayat bana asla giymem dediğim parmak arası terlikleri de giydirdi. Yanımda spor ayakkabıdan başka bir şey almadığım için oradaki çarşıdan terlik alayım dedim. Tatil yöresinde o zaman ne modaysa o olur. Ve bilin bakalım sadece ne vardı? Eveeettt….! “Parmak Arası Terlik!”
Yoluma parmak arası terliklerimle devam ettim. Bir sonraki durağım KAŞ! Gece vardığım için nasıl bir yer olduğunu anlayamadım. Hemen kalmak için bir yer buldum. Ertesi gün denize girilecek yerlere baktım, bulamadım. Liman var ve bu insanlar denize nerden giriyor? Günü kaçırmamak adına Kalkan’daki arkadaşımı aradım. Ve onunla buluşup orda denize girmeyi planladım. Ama keyif alamadım denizde. Aşırı gelgitli, dalgalı, bir soğuk bir sıcak… Benim o zamanlardaki dengesiz halim gibiydi. (Bunu yazarken Mazhar Alanson’un Ah Bu Ben şarkısının “Ah bu ben kendimi nerelerde bulsam? Çekilsem sahillere, hayaller mi kursam? Dizelerine denk gelmesi ilginç oldu)
Arkadaşımdan Kaş’la ilgili bilgi aldıktan sonra Kaş’ bir şans daha vermeye karar verdim. Planım bir tekne turu daha yapmaktı. Ama aynı Kekova turu olduğu için Safari turunu önerdiler. Turu tanıtan satan çocukla tanıştım. Çocuğun bir motosikleti vardı(scooter) Kaş’ın gece manzarasını göstermeyi teklif ettim. Kabul ettim. “Ne cesaret!” demeyin. Herkese bundan bana zarar gelir diye düşünürsek, yaklaşırsak o zarar gelir. Çekim Yasası! Ben tercihimi olumlu düşünmekten yana kullandım. Beni benden başka koruyacak kimse yok. Kaş zaten bir avuç yer. Bir uçtan bir uca 20 dk da yürürsün. Zaten başta nereden izleyeceğimizi sordum. Türk Bayrağı’nı gösterdi. Mesafeye baktım aşağıdan bakınca dik ama yukarıdan aşağı inmek her zaman daha kolaydır. Ve manzara muhteşemdi!
Beni otelime bıraktı. Ertesi gün safari turuna katılacaktık. Kaputaş Plajı-Saklıkent Kanyonu-Patara Plajı... Kalabalıkta yalnız olduğum sırıtmaz dedim. Fazla da kalabalık değildi. 2 Safari Jip’i vardı. Herbizimize su bidonlarında sular ve su tabancaları verdiler. Jipler birbirine taklaşıp herkes birbirini islatsın istiyorlardı. BEN! Ayakkabıları ıslanınca sinir olan BEN! Başta çooookkk gergindim. Çünkü bu sefer kıyafetlerim de ıslanacaktı! Sonra zevk almaya başladım. Balon bulmuşlar. Su dolu balonlar atıyorlar diğer jipten. Bizim grup fena ıslandı. Kahvaltı için bir köye yaklaştığımızda bitti sanmıştık. Ama ıslanma faslımız bitmemiş. Köyün girişinde bizi ellerinde bahçe hortumları ile köylüler bekliyordu. Bir de onlar ıslattılar bizi. Ama ben deli gibi gülüyordum. Kendime şaşırıyor ama duramıyordum. Çünkü bu ıslatma/ıslanma ritüeli benim çocukluğumun en güzel anları/anılarındandır. O an aklıma geldi.
5-10 Yaşlarım arası yazlığımız vardı. Site içinde sahile yakın olan bu yazlıkta en mutlu günlerimi geçirmiştim. Balkonda yemek yerken babamın bardağın dibindeki suyu birimize fırlatması ile başlayan, ağabeyimin sürahideki suyu, sonrasında da annemin hortumla finali yaptığı, bütün sitenin keyifle bizim eğlencemizi seyrettiği, ailecek mutlu, keyifli ve ıslak olduğumuz nadir anılardan biridir. Bu yolculuğu yapmadan tam bir sene önce psikoloğa gitmiştim. Cevaplarımı, yolumu bana gösterir diye düşünmüştüm. Yazı ödevleri veriyordu. “En mutlu olduğun zaman, an nedir?” sorusunun cevabına 5-10 yaşlarım yazlık zamanları demiştim. Kesinlikle de öyleydi. Çünkü herşeyim vardı. Annem, babam, anlaşamasak da ağabeyim, arkadaşlarım, kitaplarım, bebeklerim, yazlık-kışlık evim, odam, köpeğim… Hiçbir eksiğim yoktu. Mutluydum. Ailem herşey biz istemeden vakti zamanında verdi. İlk bilgisayar çıktı hemen alındı. Kimse de scooter kaykay yokken bizde vardı. Bisiklet ikimize de alınırdı. Bana da mutlu, huzurlu olmaktan başka bir şey kalmıyordu.
Dağılmadan devam edeyim yolculuğa… Kahvaltı yerinde turdaki insanlarla konuşup kaynaşma fırsatım oldu. Önce durgun ve soğuktum. Ama vakit geçirip paylaşım yaptıkça açıldım. 2 kızla tanıştım. Arada onlara telefonu verip fotoğraf çektirdim. (Daha sonra bir tanesi ile ayrılmaz dostluk yakaladık. Hala hayatımda ve iyi ki de hayatım da!)
Saklıkent… Önce dizlerimize kadar derinliği ile bir su havzasına giriyorsunuz sonra Kanyonun içine yürüyorsunuz. Ben ve suyla ıslanmakla imtihanım bitmemişti. Altı taş olduğu için daha önce ıslanma tecrübesi yaşamış spor ayakkabılarımı giydim. Parmak arası terlikler ayağımdan çıksa su da kim bulacak? Islanmakla ilgili gerginliğimi atlatmıştım. Fakat BUZ gibi suyla level atladım. Çok ilerleyemedik. O yıl fazla yağış olmadığı için Kanyon’un sonundaki şelale kurumuş. Görülecek bir şey yok diye gitmedik. Ama zaten gittiğimiz yerde yetti. Yer yer belime, yer yer boyuma kadar derinleşiyordu. Ve zorlanıyordum. Ama acayip keyif alıyordum. Bir de o yolun dönüşü vardı. Islak, yorgun ve aç şekilde başlangıç noktasına döndük. Orada da öğle yemeğini yedikten sonra durağımız olan Patara Plajına yol aldık.
Kaş’ta kum plaj bulamamış olan ben, Antalya’da da çakıl plajlara gitmiştim hep. Kum plaj bulamadım diye üzülürken Patara can suyu gibi geldi.
Bizim yazlık kum plajdı. En sevdiğim şey sıcak kumlara ayaklarımı gömüp alttaki soğuk kuma ulaşmaktı. Çocukluk işte. Küçük şeylerle mutlu olmayı biliyordum da büyüyünce neden unutmuştum?
O anki hislerimi anlatamam. Sıcak kumların ayak parmaklarımın arasından geçmesi ve ayaklarımı kuma göme göme yürümek… Ve deniz… Denize halatla sınır çekilmiş. Halata gitmem, kenarda yüzerim dedim… Ama Öyle olmadı. Yürüyorsun bileğinde su seviyesi. Dizimi geçmedi.(Sıkıldık senin çocukluk anılarından demeyin ne olur. Sadece yazıyı takip etmeye devam edin)
Bizim yazlık Selimpaşa’daydı. Marmara Denizi gelgitlerden her yıl farklı bir denizle karşılaşırdık. Yer yer derinleşen ama gelgitten kumların kıyıya yığılmasıyla genellikle sığdır. Bu yüzden deniz hiçbir zaman diz seviyesini geçmezdi. Ancak çok açılman gerekirdi ki, o yaşta izin yoktu. Biz arkadaşlarla koşardık denizin içinde suları attıra attıra… Birbirimizi ıslatırdık. Bazen bağdaş kurup otururduk. Bazen ellerimizin üzerinde yürürdük.
Bunların hepsini bir kez daha 30 yaşımda 20 yıl sonra yapacağımı birisi söyleseydi inanmazdım. Hani Olimpos’a geldiğimde 17 yaşımla karşılaştım ya… Patara’da da 7 yaşındaki BEN ile birlikteydim. 7 yaşıma geri dönmüştüm. Yolculuğumun başındaki gerginlik, sinir, stres, gam, kasavet hiçbiri kalmamıştı. Yeniden mutlu olmayı, küçük şeylerden zevk almayı, hayatın ne kadar güzel olduğunu hatırladım. 30 yaşında da 7 yaşındaki mutluluğu yakalayabileceğimi sadece bir plaja gidip ayaklarımı kuma gömmek kadar kolay olduğunu fark ettim.
Yolculuğa başlarken çektiğim fotoğraftaki endişeli ifademin yerini rahatlamış ve gülümseyen bir yüz almıştı. Kendi Nirvana’ma ulaşmak için Tibet’e kadar gitmeme gerek yokmuş.
Kaybolduğumun farkına da o anlarda vardım. Ben aslında kendimi kaybetmişim. Ve bu yolculuk yeni yerler görüp keşfetmekten ötesiymiş. Kendime, içime, özüme yaptığım (çok daha önce yapmam gereken) YOLCULUK!
Artık dünyayı daha pembe görüyordum. Patara dönüş yolunda giderken fark etmediğim Pembe Vosvos’u görmüştüm. İçime umut doldu. Özgüvenim yerine gelmişti. Rahatlamış, herşeyden zevk almaya başlamıştım. Tekrar mutluydum. Anılarımı yeniden yaşamak bana huzur ve farkındalık vermişti. Hatırlamak da belki yetecekti. Ama İstanbul’da hayat koşuşturmasından buna zaman ayırmak aklımıza bile gelmiyor ki…
Ertesi gün kendime yine kahvaltı üzerine türk kahvesi ısmarladım. Artık kendimle yalnız olmaktan bile keyif alır olmuştum. Renkler daha parlak, tatlar daha keskin, kokular daha hoş geliyordu.
Eve dönmeden önce Antalya’daki arkadaşlarıma dönüp yüz yüze teşekkür etmeliydim. O cesareti vermeselerdi asla yapamazdım. Bu yazıyla onlara bir kez daha teşekkürlerimi iletmek isterim. Hayatta iyi dostlar biriktirmeli. Şükür ki bende bolca var. Hepsi iyiliğimi isteyen, zor anımda yanımda olan, ağlayacak omuz aradığımda orada olan, ağlamayı abarttığımda tokat gibi sözlerle beni silkeleyip kendime getiren dost gibi dostlarıma selam olsun.
Bana her şey olduğunuz için teşekkür ederim.
Mutlu, huzurlu günler dilerim.
Sevgilerimle, SH